CÜMLELERİN UĞULTUSU

 



“İşin doğrusu, eninde sonunda insanın kendini düşünmesi gerekiyor…”

                                                                                                        Emily Bronté

Ellis Bell, Emily Bronté’in yazarlığa başladığında kullandığı kimlikti. Victoria Dönemi’nde yaşayan Bronté kardeşler, kadınların geri planda olduğu zaman diliminde erkek isimleriyle edebiyata fikirlerini, hikayelerini ve satırlarını kazımışlardı. Emily ise aşk romanları arasında her zaman adı geçen, şiirsel dili ile okumaya davet eden, hikayesi ile büyüleyen Uğultulu Tepeler’i, gelecekte bir klasik olacağından habersiz, dünyaya veda etmeden evvel arkasında bırakmıştı.

Aşktan nefrete, nefretten pişmanlığa, birçok duygunun dans ettiği bu eser, yazarın karakterlere verdiği öğütlerle süslü haldedir. Hikayenin anlatıcı olan Mr.Lockwood en göze çarpan tavsiyeyi satırların arasında dile getirir ve bunun ardından sarsıcı aşk öyküsünün gizemli örtüsü yavaş yavaş aralanmaya başlar.

“Akıllı bir insan için en iyi arkadaş yine kendisidir.”

Emily Bronté’in yıllar önce kaleme aldığı bu basit görünümlü cümle üzerinden bütün romanı anlamak ve anlatmak mümkün mü? Bir noktaya kadar bu soruya evet cevabı verilebilir. Çünkü hikayede gezinen karakterlerin birçoğunun ilişkisi arkadaş olarak doğmakta ve bir ağaç misali büyümektedir. Uğultulu Tepeler’de birbirinden çok farklı olan ama dalları birbirine karışmış, arkadaşlığın büyüttüğü ağaçlar olduğunu, zihnimizde sembolize edebiliriz. Emily’nin, adını dünya edebiyatına yerleştiren bu hikayede yazılı olan, ağaçların doğuşu, büyümesi, dallarının kırılışı ve çürüyüşüdür.



Nefretle büyüyen bir aşkın esintisinin hissedildiği Uğultulu Tepeler,Earnshaw ailesine katılan kimsesiz Heathcliff ve evin kızı Catherine'in arkadaşlığı ile başlar ve devam eder. Arkadaşlık kötü bir şey değildir fakat bu iki karakter taşıdıkları kusurlar ile birbirini bir nevi zehirleyerek, hastalıklı bir sevgiye saplanıp kalmışlardır. Heathcliff, nefret ve hırsın, Catherine ise inat ve arzunun temsilidir. Bu duyguların pençesine düşen, hayatlarını sırf birbirlerinden nefret etmek ve birbirini sevmek için harcayan ikilinin verdikleri zarar, roman boyu kurulmuş olan her arkadaşlığa bir ölçüde zehrini akıtır. Öyle ki bu zehir, onlardan sonraki, kanlarını ve adlarını taşıyan nesli bile etkileyebilecek kadar güçlüdür. Hikayenin esas kahramanları olan Heathcliff ve Catherine, incelemekte olduğumuz bu tavsiyeye uyum sağlayan insanlar değillerdir. Hayatlarının köklerinin karıştığı Linton ailesi ise Heathcliff ve Catherine yanında masum kalmaktadır. Edgar ve Isabella, onların günahlarının bedellerini ödeyen saf insanlar olarak romanda yaşarlar. İki kardeşin de Lockwood'un öğüdüne çok uzak kaldığını söylemekle beraber, Tepeler'in yıkıcı aşıklarından daha çok kendi benliklerinin farkında oldukları ve hatalarının sorumluluklarını aldıkları kesin bir durumdur. Eğer Heathcliff ve Catherine'in en yakın arkadaşları birbirleri değil, kendileri olsaydı, olay örgüsü tamamen farklı olurdu. Daha merhametli, daha insanı yakmayan hisler var olabilirdi. Bu sadece bu roman karakterleri için geçerli değildir. Romanlar, sanatçının hayatını yansıtır ve okuyanın algısını, hislerini etkilemeye, dokunmaya çalışır. Heathcliff, Catherine ve Linton ailesinin yapmadığı, yapamadığı bu "kendine arkadaş olmak", insanının hayatında bazı şeyleri olumlu yönde değiştirebilecek sihri taşımaktadır. 

 

Klasik edebiyattaki aşk romanlarının birçoğunda var olan aşk, güçlü ve saftır, onu besleyen duyguların yüzü nadiren karanlık olur. Fakat Uğultulu Tepeler'de nefretin körüklediği ve özlemin sardığı güçlü bir aşk hakim, bu hakimiyet ise aşkı ürkütücü kılmaktadır. İşte bu özelliği sebebiyle, Emily Bronté, farklı ve sonsuzluğa yayılmış bir romanı ele almıştır diyebiliriz. Her ikisi de kesinlikle akıllı olan Heathcliff ve Catherine, başkalarından önce kendileriyle arkadaşlık kursalardı, kendi varlıklarını sevselerdi, kusurlarını tanısalardı, sınırlarını çizebilselerdi, daha mutlu hayatlar sürebilirlerdi. Yazarın ölümünden bir sene önce bitirdiği bu başyapıtta geçen kişilerin hayal ürününde öte, Bronté'in hayatında yer almış kişiler olduğu söylenmektedir. Bu sebepten dolayı otobiyografik izlerin olduğu romanda hisler böylesine canlıdır. Hikayede anlatılan aşk ise Heathcliff'in bir sözü ile özetlenebilmektedir ;

 

"Ben kendi katilimi seviyorum; ama seninkini, onu nasıl sevebilirim?" 

 

Sevgileriyle birbirlerinin katili olan nefret dolu aşıklar, Uğultulu Tepeler'de toprağın altında kavuşuncaya kadar hem kendi hem de etraflarındaki herkesin mutluluğuna leke sürmekten çekinmemişlerdir. Böylesine koyu bir geçmişte uğuldayan yere yeni gelen Lockwood'un arkadaş olarak kendisini seçmiş olması, ruhu için güvenli bir karardır.

 


Yazarın verdiği öğüdün, gerçekleşmemiş somutluğu olan karakterler, okuyucu için bir ders niteliğine gayet rahat sahip olabilmektedir. 

Kötü kusurların beslediği bir hayattan daha fazlası olduğunu anlamak için önce insanın kendisine arkadaşlık eli uzatması gerekmektedir. Yoksa her ne kadar güçlü de olsa, kişi karanlığıyla boyadığı sevgiyi de tıpkı bu romandaki gibi kirletir, zehre dönüştürür. 

 

Tepeler'de kulak tırmalayan bir uğultu yerine, huzur veren ince bir rüzgar olmak için, önce insan kendisiyle dost olmalıdır... 



ŞMÜ